Miras kelimesi mecaz manası itibariye bir neslin kendinden sonra gelen nesle bıraktığı şey ( TDK) olarak tanımlanır. Türkiye’nin Osmanlı’dan aldığı miras ifadesi ikisini sadece bir devlet ismi olarak değil sınırlar, komşu ülkeler, sosyal ve siyasi hayat, ekonomik hayat olarak yani bir canlı hayatı boyunca nasıl kazanımlar elde ettikten sonra ömrünü tamamlayıp gittiğinde geride bu birikimleri kalıyorsa bu şekilde bir anlam ifade eder.
Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti isminin değişmesiyle bazı yükümlülüklerinden kurtulamıyor. Sonuçta insan kaynağı, toprağı, bürokrasisi, geçmişte yapılan anlaşmalar onu takip etmekte ve bağlayıcılık oluşturmaktadır. Türkiye başka bir coğrafyadan gelmediği gibi Osmanlı içinden doğmuş bir devlettir.
Bu bağlamda atacağınız her ekonomik adım, siyasi ilişkiler, dünya ile ilişkiler Osmanlıdan bağımsız düşünülemez. Bu miras olarak alınıp üzerine neyi nasıl koyabileceğinizle ilgili bir tartışma yapabilirsiniz. Ama mirası reddedemezsiniz.
Sonuçta, bir devlet yıkılıp içinden yeni bir devlet ortaya çıkmış ve eski devletin tüm kazanım ve kayıpları gelecek nesle miras olarak kalmış, bu mirası düzgün bir şekilde yönetip eksikleri tamamlayıp, yanlışları düzeltip ve gelecek nesillere daha güzel bir miras bırakmak anlamında yaklaşmalıyız.
Osmanlı dönemi ekonomik ve sosyal düzeni üzerine eğilecek olursak, bu süreçte Osmanlının ekonomik temelleri savaşa ve tarıma dayalı idi. Fütuhat dediğimiz fethedilen yerlerden elde edilen gelirlerle sürdürülen bir ekonomik işleyiş vardı. Osmanlı son dönemlerde ağır savaşlar ve yenilgiler neticesinde bu fetih ekonomisinden gelir elde edemediği gibi toprak kayıplarıyla arazi ekimi imkanlarını kaybetmiş ve tarım gelirlerinden de mahrum kalmıştır. Bu ortamda gerekli vergileri toplayamadığı gibi topladığı vergileri merkeze ulaştıramamakta yerelde ayanların elinde kalmaktaydı. Burada bence bu durum yadırganmamalı devlet otoritesi sarsılmış dış dünyaya karşı başı öne eğilen bir devletin içerde vatandaşın kendini korumaya alması normaldir. Bunu vatana ihanet olarak görmekten ziyade yerellerin kendi tebaasını koruma içgüdüsü olarak görmek pek ala mümkündür. İnsanlar savaşlarda evlatlarını, topraklarını ve canlarını kaybetme durumuyla sürekli karşı karşıya kalmaktadır. Böyle bir durumda karınlarını doyuracak birkaç lokmayı vergi olarak vermek ölmekle eş değerdir.
Bu siyasal, sosyal ve ekonomik gerilemeler dönemin büyük gücü İngiltere’den destek alınarak aşılabileceği düşünüldü. Ekonomik sonuçlarından çok siyasi sonuçları ön planda tutulduğu anlaşılan Baltalimanı serbest ticaret anlaşması imzalandı. Siyasi sonuçları ön plandaydı dememin sebebi böyle bir ekonomik anlaşma günümüzde mandacılığa yakın bir imtiyaz sağladığındandır. İngilizler diledikleri kadar hammadde alabileceklerdi sanayisi gelişmiş İngiltere bunu işleyip mamul halinde tekrar biz satıyordu ve ithalat gümrük vergimiz ihracattan düşüktü. İngiliz iç gümrük ödemezken yerli üretici iç gümrüğe tabi idi. Uzun dönemde Duyun-u umumiye ile sonuçlanacak ağır bir sistem içine girilmiş oldu. O dönem Rusların baskısı, mısırdaki isyanlar Osmanlının nasıl bir siyasi sıkışmışlık içinde olduğunu bu antlaşmanın kısa dönemde anlaşılmadığını ve ya göz ardı edildiğini göstermektedir. Kırım savaşından sonra da zaten Osmanlı iflasını açıklamış ve kaçınılmaz sonla yüzleşmiştir.
Aslında bu kadar ağır koşullar olmasına rağmen siyasi ve konjonktürel durum gereği batıya yanaşma kaçınılmaz ise bu sıkıntılı süreci teknoloji transferine çevirip imalat sanayisini geliştirebilirdi. Osmanlı el imalatı ve tarıma dayalı ekonomisi bu süreçte sanayi devrimi nimetlerinde faydalanmaya açılabilirdi. Çünkü ne kadar taviz verip bir ekonomik kapı açmış olsanız da nihayetinde sizde onların bir kapısını açmış durumdasınız. Tabi bunun koruyucu gümrük sağlanabilmesiyle geçekleşmesi mümkün görünüyordu ancak bu yapılamadı.
Kendi sermayeniz yetersiz kaldığı için yabancı yatırımcıya da her zaman ihtiyaç duyulmaktadır. Avrupa’da sanayi devriminin çekici gücü olan orta sınıf gibi Türkiye’de bir sınıfa ihtiyaç vardı. Buna Burjuva sınıfı deniliyordu. Osmanlıda o dönemde Türkler küçük atölyeler ve tarım alanlarında çalışıyor - tabi savaşlar ve teknik imkansızlıklardan dolayı yeterince tarım işlendiği söylenemez -, ticaret ve sanayi işleri Avrupa ile bağlantı kuran Rum ve Ermeniler vasıtası ile ilerliyordu. Burada değinmem gereken neden Rum ve Ermeniler bu alanlarda ilerdeydiler sorusunu, kapitülasyonlardan bu yana yapılan ticaretin Avrupa kendi soydaş ve ya dindaş gördüğü bu gruba ve tabi Osmanlıda da millet-i sadık olarak görülen Ermenilerin imtiyazları Türkleri Asker ve Rençberliğe hapsetmekteydi şeklinde cevaplandırabilirim. Böylece Müslüman Türk orta sınıf göremiyoruz. 1920’ler İş Bankasının kurulması bu çabanın bir örneği olabilir.
1923’lerden sonra yukarıda çizdiğimiz savaşlar ve siyasi çalkantılardan yorulmuş ve nüfus kaybına uğramış bir halk. Ekonomisinin sömürülmesine yol açmış ticaret antlaşmaları ve dış borçları ödenemez hale gelmiş bir Osmanlı mirası, demiryolları yabancıların elinde bir ülke neticesinde yeni kurulan devlet ilk önce İzmir iktisat kongresini toplayarak ülkenin taraflarını bir araya getirip ne tür çareler bulunabilir üzerine çalışmalar yapılmıştır. Aslında 1929 buhranına kadar nereden başlayarak nasıl yapalım sorularının cevap arandığı bir dönem olarak geçmiştir.
Tabi değinilmesi gereken bir konu da Cumhuriyet toprak, insan kaynağı, ekonomik birikimleri zorunlu olarak miras almış olsa da, Osmanlının yönetim şekli, dünya görüşü, yaşam tarzını reddetmiş, Batı’ya bu anlamda yönelmiştir. Bu da aslında Osmanlının batılılaşma sürecinin bir tamamlanmasıdır. 1923 ‘ten sonraki ekonomi politikalarını siyasi gündem dışında değerlendiremeyiz. İzmir iktisat kongresinin istenen sonuçlara ulaşamama nedeni, siyasi atmosferin ekonominin temel faktörü olan insanı yeni bir toplumsal düzen çerçevesinde şekillendirme çabalarının toplumu birleştirmekten çok böldüğüdür. Devrimin siyasi ayağını yürütürken toplumun büyük kesimlerini kırıp dökmeden yapamazsınız. Dini bir mirası devraldığınız topluma, günlük yaşamında dini referans alma veya devletle ilişkilerinde kıyafetine, hakkını ararken mahkemelerde dini kurallara göre değil batı kurallarına göre ara derseniz siyasi bütünlüğü oluşturamadığınızdan ekonomik birlikteliği de sağlamakta zorlanırsınız.
Burada medeni kanun önemli bir adım olmuştur. Nüfusu azalan, sanayisi olmayan bir toplumda iş gücüne ve bu iş gücüne katılıma önemli ihtiyaç vardı. Erkek nüfusunun büyük kısmını kaybeden toplum kadın gücüne de ihtiyaç duymaktaydı.
Çiftçiyi rahatlatmak için aşar vergisi kaldırılmıştır. Bu Osmanlıdan bu yana hem toprak hem insan kaybına uğrayan çiftçinin büyümesi için önemli bir adımdır ancak tarım toplumu olan bir devletin gelir kaybı anlamında olduğu için olumsuz etkisi de vardır.
Ülkede liberal diyebileceğimiz politikalar uygulanırken yeterli politika uygulama aracı yoktu. Merkez bankası bu dönemde yoktu. Maliye politikası uygulanabilmiştir. Ancak ülke hızlı büyüme ve düşük enflasyonla önü açılmış, Piyasada da para talebi oluşmuştur. İş bankası ve sanayi ve maden bankası gibi bankalar kurularak bu para talebi karşılanmaya çalışılmıştır. Tabi dış ticarette Lozan’dan gelen gümrük antlaşması 1929 yılına kadar bağımsız bir politika gütmeyi zorlaştırdı. Buna rağmen tarımda ilerleme sağlanmış. İhracatta önemli gelir elde edilmiştir. Bu 1929 büyük buhrana kadar bu şekilde devam etmiştir.
Bu döneme liberal dönem deniliyor ancak devlet eliyle yapılan bir liberal dönem olduğu için tam bir liberalizmden söz edemeyiz. Sermayenin yetmediği yol, köprü gibi yerler, şeker fabrikaları gibi yerler devlet eliyle gerçekleşmiştir.
1930’larda buhranla başlayan ekonomik sıkıntılar, dünyanın kapalı ekonomiye geçme sürecinden dolayı Türkiye devletçi yaklaşımlara ağırlık vermiştir. Kambiyo bunalımında serbest döviz alım-satımları yasaklanmış ve Türk Lirasını koruma kanunu çıkartılarak para piyasasını daha etkin kontrol altına almaya çalışmıştır. Buhran döneminde tarımsal ürünler aşırı değer kaybetmiş ihracat düşmüş ithalat ise aşırı artmıştır. Lozan gümrük anlaşmasının 1929’da sona ermesi de bu ithalat artışlarında etkilidir.
Bu süreçte Merkez bankası kurularak para politikalarının yönetilebilmesi amaçlanmıştır.
Bu dönemde devletçiliğin en belirgin örneği 1.sanayi kalkınma planı hazırlanmasıdır.
Burada ithal ikameci bir politika güdülerek yerli üretimi canlandırmak amaçlanmıştır. Dokuma, kağıt, maden, seramik-cam ve kimya sanayine yönelik bir plandır.
Bu dönemde KİT’ler dediğimiz kamu iktisadi teşebbüsleri oluşturulmuş. Devlet ithalat yapabilir, ihaleye girebilir bununla birlikte özel sektör üzerine büyük bir baskı yapılmış, özel sektör yatırımları zorlaştırılmış, arazilerine araçlarına el konulabilir hale gelinmişti.
Büyük buhrandan çıkmak için devletin korumacı yaklaşımı anlaşılabilir olsa da bu kadar büyük baskı, varlık vergisi gibi, toprak mahsulleri vergisi gibi uygulamalar halkı ekonomik ve siyasi anlamda büyük hoşnutsuzluğa itmiştir. Liberal dönemde aşar vergisinin kaldırılmasının yansımalarını burada görmüş oluyoruz. Varlık vergisi ise sadece insani boyutuyla değerlendirilebilecek bir konu değildir. Osmanlı döneminden bu yana sanayi ve ticaret kontrolü ellerinde olan Rum ve Ermenilerin Osmanlı yıkılışına neden olan anlaşmalar sayesinde zenginleşip ülke kaynaklarından fazlasıyla istifade etmeleri, ülke nüfusu can ve toprak kaybına uğrarken hiçbir bedel ödemeden burada kalmaları cumhuriyet döneminde sorgulanır hale gelmiş. Zaten elinde başka kaynağı olmayan devletin zenginlerin gelirlerini hedef alması anlaşılabilir olmuştur.
Sonuç olarak, Türkiye savaşlardan yorulmuş, yetişmiş nüfus ve işgücü azalmış büyük dış borçlarla bir Osmanlı mirası devralmıştır. İlk dönemlerinde liberal ekonomik politikalarla toparlanmaya çalışsa da büyük buhranla birlikte devletçi politikalara dönüp tarım toplumu olan halkın gelirlerinde azalmayı önleyememiş savaş döneminin problemlerini aşmak için bazı aşırılıklara yol açarak (varlık vergisinin insani boyutu) çok partili döneme kendisini taşımıştır.
Eyüp TEKİN ( M.A, ÖĞRENCİ )
1950’li yıllar 2. dünya savaşından sonra Amerika’nın Avrupa’nın savaş sonrası ekonomisini düzletmesi için Marshal yardımları olarak adlandırılan Türkiye ve Yunanistan’ın Truman Doktrini ile katıldığı politikaları kapsamaktadır.
Batının yaklaşımı tahıl ambarı olarak Türkiye’nin endüstri ve ağır sanayiden uzaklaşması ve dışa bağımlılığının korunmasıydı.
Bu dönemde özel sektör teşviki, tarımsal faaliyetlerde yoğunlaşma, karayolları yatırımları, doğrudan yabancı yatırımların teşviki, KİT’lerin özelleştirilmesi gibi konular ön planda tutulmuştur.
İhracatı arttırabilmek için bu dönemde Devalüasyon yapılmıştır.
Para arzında genişleme, Hükümet harcamalarındaki artış, Amerikan kredilerinin sermaye genişletmesi, karayolu yapımıyla birlikte kent nüfusunu arttırmıştır. Bu dönemde İnönü döneminin sert laiklik anlayışıyla toplum üzerindeki siyasi baskının bir kurtuluş olarak görülmesi, aslında Osmanlı son dönemindeki İngiltere’nin bir kurtuluş olarak görüldüğü ve Osmanlıyı iflasa sürükleyen kapitalist egemenlerin politikalarının bir yansıması şeklinde bir tarih tekerrürü olarak değerlendirebiliriz. Sanayi ve dış ticarette batının avantajlı olduğu ülkenin kredilerle ekonomisinin finanse edildiği bir dönem olmuştur. Geçici bir süre bol paranın yarattığı sanal zenginlik yerini enflasyonla birlikte büyümenin gerilediği, kentsel nüfus artışıyla sosyal, sağlık ve eğitim gibi alanlarda problemlerin ortaya çıkması ve bunlara çözüm bulmadaki zorlukları karşımıza çıkarır. Kırsaldan kente göçüş tarımın gerilemesine de sebep olur. Sanayi üretimindeki yetersizlikler ithal ikameci politikaların da neredeyse sıfırlanmasına yol açıp dışa bağımlılığı oldukça arttırmıştır. Dış ticaret açıkları büyümüştür. Dış borçları ödeme güçlüğü çektiği noktada IMF ile masaya oturulmuştur. Batının istediği dışa bağımlı Türkiye 10 yılda beklenen noktaya gelmiştir.
Bu dönem hala kabul edemediğimiz darbe ile sona erdirilmiş 1960’larda planlı dönem dediğimiz bir ekonomik politikaya geçmemizle sonuçlanmıştır.
1950-60 yılları arasında uygulanan politikalar plansız olarak adlandırılsa da bu ifadeye pek katılmıyorum. Ülkede sistematik yazılı bir plan olmasa da Üstünlüğümüz bulunan Tarım sektöründe ciddi genişleme sağlanmıştır. Demir yoluna nispeten karayolu yapılması eleştiri konusu olsa da tarım sektörü ürünlerinin en hızlı ve kolay nakliye imkanları ve her bölgeye rahatlıkla ulaştırılabilmesi karayolu ile mümkündür. Yapılan hata ağır sanayi çalışmalarının göz ardı edilmesidir. Ve göçün öne geçilebilecek politikaların uygulanmamasıdır.
1960’tan sonra devlet planlama teşkilatı kurulması ile kalkınma hedeflenmiş 1970’lere kadar büyüme oranları ortalama %6,5’lerde seyrederek hatırı sayılır bir değer kaydetmiştir.
Bu dönemde ithal ikameci bir sanayileşme ön plana çıkarılmış, sanayi ve hizmet sektörlerinde büyük gelişme kaydedilirken tarım sektörü geri bırakılmıştır. Tekrar KİT’leri ayağa kaldırmaya çalışmışlar, dış ticaret dengesini düzeltip işsizlik ve ek istihdam alanları oluşturmayı hedeflemişlerdir.
İthal ikameci politikalar dövize olan talebi arttırmış, aşırı değerli kur ihracatı caydırıcı bir hal almış, petrol krizi ile birlikte ödemeler dengesi iyice bozulmuştur. Bana göre 50’lerde ve 60’larda yapılan temel hatalardan biri tarım ile sanayi sektörünün birbirini tamamlayıcı bir şekilde yürütülememesidir. Tarımdan para kazanıyoruz diye sanayiyi ihmal edip, sanayiyi ihmal ettik diye tarımı kenara itmek aslında tarımdan elde edeceğimiz geliri sanayi devriminde kullanma fırsatımızı elimizden kaçırmamıza neden olmuş ve her iki dönemde de Batı’nın vahşi kapitalist çarklarına teslim olmuşuz.
İki dönemi kıyaslarsak birbirinden farklı politikaların güdüldüğünü görürüz.
50’lerde ithal ikameci sanayileşme uygulanmazken 60’larda ithal ikameci model tercih edilmiştir.
60’lar DPT kurulmasıyla planlı bir dönemi ifade ederken 50’ler belli merkezi planlarla hareket etmeyen bir yapıdadır.
50’lerde Tarım sektörü desteklenmiş, ön plana çıkarılmışken 60’larda sanayi ve hizmet sektörleri ön planda tutulmuştur.
Burası bence önemli 50’lerde seçilmiş hükümet iş başındayken,60’larda darbe hükümeti ile başlamıştır.
Ortak oldukları bir alan ise yüksek enflasyon, huzursuz toplum ve IMF’nin kapısını çalmak olmuştur.
Eyüp TEKİN ( M.A, ÖĞRENCİ
Schumann planının önemi :
Avrupa Birliğinin temeli olarak kabul edilen, Fransız Dışişleri bakanı Schumann ve düşünür Monet tarafından yayınlanan bir bildiridir.
Bu plana göre Avrupa bütünleşmesi için Fransa ve Almanya’nın arasındaki çekişmenin sona ermesi gerekiyordu. Ve bu çekişmenin ana kaynağı olan kömür ve çelik hammaddesi konusunda ortak hareket etmenin bir yöntemi bulunmalıydı.
Bu çerçevede Fransa Hükümetinin önerisi, Fransız-Alman kömür – çelik üretimini tek bir ortak çatı (üst kurul) yetkisi altına almak ve diğer ülkelerin kullanımına da açık tutmaktı.
Bu şekilde bir araya gelmek ekonomik gelişmenin de ortak temellerini ortaya çıkaracaktır.
Büyük bir dayanışma sergilenmiş olacağından aralarında savaş ihtimalini kaldıracağı gibi nihai olarak üye ülkelerin sanayi üretiminin temel unsurlarını eşit koşullarda sağlayacak ve ekonomik birliğin gerçek temellerini atacaktır.
Böylece yaşam standartlarını yükseltmek ve barışçıl kazanımları geliştirmek için üretilen ürünler kimseyi dışlamadan adil bir şekilde dağıtılıp ülkelerin kullanımına sunulacak, ortak bir ekonomik sistem için gerekli olan çıkar birliği de sağlanmış olacaktır.
Avrupalılar kömür ve çelik birlikteliğinin yanı sıra diğer sektörlerde de birlik oluşturmak amacıyla Roma antlaşmasını imzalayarak Avrupa Ekonomik Topluluğunu (AET) kurmuştur.
Amacı, malların, işgücünün, hizmetlerin ve sermayenin serbest dolaştığı bir ortak pazarın kurulması ve en nihayetinde siyasi bütünlüğe gidilmesiydi.
Bu amaca ulaşmak için, üye ülkeler arasında gümrük tarifeleri ve kotaların kaldırılarak bölge içi ticaretin serbestleştirilmesi ve dışarıya karşı ortak bir gümrük tarifesinin uygulanmasıdır.
AET :
Roma Anlaşmasında iç gümrüklerin azar azar 12 yılda sonlandırılması kararlaştırıldı. Ancak bu hedef vaktinden önce tamamlanıp 1968 de sıfırlanmış oldu.
İç gümrüklerin kaldırılmasını takiben aynı yıl içinde Topluluk dışındaki ülkelerle ticarette uygulanmak üzere ortak bir gümrük tarifesi (OGT) uygulamaya kondu.
Topluluk kurulmadan önce üye ülkelerin tarife oranları arasında farklılıklar bulunuyordu. Dolayısıyla dış ticaret akımlarının çarpıtılmasını ve yön değiştirmesini önlemek için ortak bir gümrük tarifesine ihtiyaç vardı.
OGT uygulanması, gümrük birliğinin gerçekleşmesi anlamına gelmektedir.
OGT oranları, üye ülkelerin bireysel gümrük oranlarının basit ortalaması alınarak hesaplanmıştı; sanayi oranlarında %9 civarındaydı.
1968’den günümüze kadar, hem AB Bakanlar Konseyinin tek taraflı kararları hem de GATT çerçevesindeki görüşmeler yoluyla bu oranlarda birçok kez indirim yapıldı.
Ortak Politikalar :
Roma Anlaşmasında AET’nin belirli alanlarda ortak politikalar izlemesi öngörülmüştür. Bu alanlar: Tarım, rekabet, ulaştırma, ticaret, enerji, bilimsel araştırma, teknoloji, çevre korunması, vergi.
Roma Antlaşması ile belirlenen ve daha sonra Maastricht Antlaşmasıyla değiştirilip geliştirilen Avrupa Birliği ortak politikaları aşağıdaki gibidir.
Ortak Tarım Politikaları:
Tarım ürünleri alanında, sanayide olduğu gibi üyeler arasındaki tarifeler ve diğer dış ticaret kısıtlamalarının kaldırılması ve bir yeşil Pazar (Green market) oluşturulması.
Tüm üye ülkelerde tarım ürünlerine aynı fiyat düzeyini garanti etmek için ortak bir fiyat sistemi kuruldu.
Bu fiyat sistemi:
Hedef Fiyatlar (ideal fiyat), Müdahale Fiyatları ( ideal fiyatın +-%10 değişimi), Eşik Fiyat (en düşük fiyatlı yabancı tarım ürünü fiyatı) şeklindedir.
Ortak Rekabet Politikaları:
Üreticiler arasında fırsat eşitliği sağlamak ve kamu ya da özel kesim İşletmelerinin rekabet eşitliğini bozan faaliyetleri önleyebilmek bakımından ortak pazarın düzenli işleyebilmesi için Rekabet eşitliği önemlidir.
Tröstleşmeler, işletmeler arasında rekabeti kısıtlayan gizli ve açık anlaşmalar, piyasada egemen bir firmanın başvurabileceği tüketici sömürüsüne yol açan üretimi kısıtlama, aşırı fiyat koyma, teknik gelişmeyi sınırlandırma vb. uygulamalar yasaklanmıştır.
Avrupa Komisyonu yaptırım uygulama konusunda yetkilidir.
Ortak Ulaştırma Politikası :
Karayolu, demiryolu ve iç suyolu ile yük ve yolcu taşımacılığı hemen hemen tümüyle üye ülkelerin kendi özel düzenlemelerine tabi olmaya devam etmektedir. Bunun önemli bir istisnası Schengen Vizesi’dir.
AB üyesi ülkeler arasında vatandaşların serbest dolaşımını sağlar. Bazı koşullar altında üye olmayan ülkelerde faydalanabilmektedir.
Ortak Ekonomi ve Parasal Politikalar :
1979 yılında Avrupa ortak para sistemine (EMS) geçilerek, üye ülkelerin paralarının sabit kurdan bağlandığı Avrupa hesap birimi (ECU) adı verilen bir hesap birimi oluşturuldu.
Daha sonra Maastricht kriterleriyle 1999 yılında ortak para birimi Euro’ya geçilmiştir.
Ülkelerin ekonomi ve maliye politikalarını Maastricht Antlaşmasında belirlenen “yakınlaşma kriterlerine” uygun olarak uyumlaştırmasına bağlıdır.
Bu kriterler, ekonomilerin homojenleşme derecesini göstermek üzere kullanılan değişkenlerdir. Bu kriterlere göre;
· Üye ülke devlet borçlarının GSYİH’sına oranı % 60’ı,
· Bütçe açığının GSYİH’sına oranı % 3’ü geçmemeli,
· Herhangi bir üye ülkede uygulanan uzun vadeli faiz oranları yıllık olarak, fiyat istikrarı alanında en iyi performans gösteren 3 ülkenin faiz oranını 2 puandan fazla aşmamalı,
· Üye ülkeler içindeki en düşük enflasyona sahip olan üç ülkenin yıllık enflasyon oranları ortalaması ile ilgili üye ülke enflasyon oranı arasındaki fark 1,5 puanı geçmemeli
· Üye devletler Avrupa Para Sisteminin döviz kurları mekanizmasında öngörülen normal dalgalanma hareketlerine devalüasyon yapmadan uymalıdır.
Üreticilerin finansman yükü olmamakla beraber topluluk sınırsız bir satınalma taahhüdü verince aşırı üretim gerçekleşmiştir.
Bundan dolayı büyük mal stokları ve bu stoklamanın maliyetleri ortaya çıkmıştır.
Aşırı mal değerini kaybetmekte çok ucuza satılmaktadır. Bazı kolay bozulan mallar ise satış imkanı bile bulamamaktadır.
AB içinde gelir dağılımı üreticiler lehine değiştirilirken, ödemek zorunda bırakıldıkları yüksek fiyatlar dolayısıyla tüketici çıkarları feda edilmiş olmaktadır.
Topluluğun uyguladığı yüksek fiyatlı destekleme politikası, tarım ürünlerinin dünya ticaretini kısıtlamıştır.
b. Gatt Görüşmeleri :
GATT’ın Uruguay Görüşmelerinde ABD ile AB arasındaki en büyük görüş ayrılıklarından birisi tarımsal sübvansiyonlar konusunda ortaya çıkmıştır. ABD, AB’ye karşı olarak tarımsal sübvansiyonların indirilmesini savunmuştur. Bu görüş ayrılıkları sonucunda Uruguay Toplantıları öngörülenden 3-4 yıl daha uzun sürmüştü. Sonunda tarımsal sübvansiyonların aşamalı olarak ve ancak %20 gibi düşük bir oranda indirilmesi kabul edilmiştir.
Avrupa Merkez Bankasının görev ve yetkileri
Avrupa Merkez Bankası tüzel kişiliğe sahip, bağımsız bir AB organıdır. Görevi, para birimi olarak Avro'yu kullanan AB üyesi ülkelerden oluşan Avro bölgesinde fiyat istikrarını sağlamaktır. Bu görevini üye devletlerin merkez bankaları ve Avrupa Merkez Bankası'ndan oluşan Avrupa Merkez Bankaları Sistemi içinde yerine getirir.
Avrupa Merkez Bankası ;
- AB para politikasının tespiti ve uygulanması
- Döviz işlemlerinin yürütülmesi
- Üye devletlerin döviz rezervlerinin tutulması ve yönetilmesi
- Ödeme sistemleririni düzgün işlemesinin sağlanması görevlerini yürütür.
- Avro bölgesi dahilinde kağıt para basımı konusunda izin verme konusunda tek yetkilidir.
- Karar alma organları :
· Yürütme kurulu
· Yönetim konseyi
· Genel kurul
Maastricht Antlaşması'nda AB'ye üye devletlerin Ekonomik ve Parasal Birliğe katılımı için öngörülmüş koşullar
Bu zorunlu koşullar iki genel başlık altında toplanabilir :
1. Merkez bankalarının aşamalı bir şekilde bağımsız hale getirmek için yasal değişikliler
2. “Makroekonomik yaklaşım kriterlerine” uyum
Bu çerçevede şöyle devam etmektedir :
- Her üyenin yıllık ortalama enflasyon oranı, fiyat artışını en düşük üç üye devletin yıllık enflasyon oranı ortalamasını en fazla 1,5 puan geçebilecektir.
- Üye devletlerin planlanan ya da fiili kamu açıklarının gayri safi yurtiçi hasılalarına oranının %3'ü aşmaması gerekmektedir.
- Üye devletlerin planlanan ya da fiili kamu borç stoklarının, gayri safi yurtiçi hasılalarına oranının %60'ı geçmemesi zorunludur.
- Her üye devlet, fiyat istikrarı bakımından en iyi sonucu sağlayan üç üye devletin ortalama nominal uzun vadeli faiz oranını en fazla 2 puan aşabilecektir.
- Üye devletlerin ulusal paraları, Avrupa Döviz Kuru Mekanizmasının izin verdiği "normal" dalgalanma marjı içinde kalmalıdır.
Brexit ile AB – Birleşik Krallık ve Birleşik Krallık - Türkiye dış ticareti
AB- BİRLEŞİK KRALLIK :
Avrupa tek pazarının içinde yer alan İngiltere mal, hizmet, ermaye ve kişilerin serbet dolaşımını sağlamaktaydı. AB üyesi ülkeler birbirlerine gümrük vergisi ödememekteydiler.
Brexit sonrası durum için AB- BİRLEŞİK KRALLIK 1 ocak 2021 tarihindeki serbest ticaret anlaşması ile mevcut durumun korunmasını sağlamıştır. Anlaşma hizmet ticareti (finanasal ve hukuki hizmetler dahil) kapsamaktadır. Balıkçılık konusunda geçiş dönemi öngörülmüştür.
AB devlet yardımları sistematiği de ortadan kalkacağı için ulusal uygulamalar başlayabilecektir. Serbest limanlar gibi.
TÜRKİYE - İNGİLTERE :
Birleşik Krallık-Türkiye Serbest Ticaret Anlaşması 29.12.2020 tarihinde imzalanmıştır.
· 1 Ocak 2021 tarihi itibari ile yürürlüğe giren Serbest Ticaret Antlaşmasıyla tüm sanayi ve tarım ürünlerinin serbest dolaşımı devam edecektir.
· İmzalanan Serbest Ticaret Antlaşması ile Pan Avrupa Akdeniz Tercihli Menşe ve Çarpraz Kümülasyon Kurallarının uygulanmasına devam edilecektir.
· İmzalanan Serbest Ticaret Ticaret Antlaşması ile birlikte A.TR kullanımı sona ermiştir. Ancak, 31 Aralık 2020 tarihinden önce düzenlenmiş A.TR belgeleri Birleşik Krallık tarafından 1 yıl süreyle tanınmaya devam edecektir.
· İhracatçı tarafından ilgili fatura ya da başka bir ticari belge üzerine yapılacak menşe beyanı, taraflar arasındaki ticarete konu eşyanın menşe belgesi olarak kullanılacak ve bir makamın onayını gerektirmeyecektir.
· 01 Ocak 2021 tarihi itibariyle Birleşik Krallık Avrupa Birliği üyesi devlet dışı konumunda olacağından,gümrük ve nakliye işlemlerine dair farklı kuralları yürürlüğe koyan Border Operation Model(BOM) yayınlanmıştır. AB ile BK arasında tüm taşımalar için tam sınır kontrolleri getirileceği, BK Hükümeti’nin üç aşamalı bir şekilde 01.07.2021 tarihine kadar ithalat prosedürlerinin tam anlamıyla uygulayacağı belirtilmektedir.
· Birçok sanayi ürünün AB yönetmelik ve standartlarına uygunluğunu gösteren CE işareti BK pazarında 31 Aralık 2021 tarihine kadar geçerli olmaya devam edecek, 1 Ocak 2022 tarihinde itibaren ürünlerde uygunluk işareti olarak UKCA Belgesi kullanımı talep edilecektir. (Tıbbi cihazlarda CE işareti taşıyan ürünler için bu süre 30 Haziran 2023 tarihidir)
· BK’nın bağımsız kimyasal düzenleme çerçevesi olan BK REACH, 1 Ocak 2021 tarihinden itibaren uygulamaya geçecektir. BK’da kimyasal üreten, satışa sunan veya dağıtan herkesin BK REACH kurallarına uyması gerekecektir.
· BK, çelik ürünlerindeki korunma önlemi kapsamındaki 26 üründen sadece 19 ürüne önlemi devam ettireceğini, diğer 7 üründe üretimi olmadığı ve bu nedenle 31 Aralık’tan sonra önlem uygulamaya devam etmeyeceği belirtmiştir.
· Brexit öncesi ortak transit rejim vardı. Brexit sonrası BK ayrı bir akit ile rejime tabi olacak. Birleşik Krallığa ilk giriş gümrük idaresi Transit Gümrük İdaresi olarak beyan edilecek.
· İmzalanan Serbest Ticaret Anlaşması mal ticaretini kapsamakta; hizmet ticaretine ilişkin kurallar içermemektedir. Bu bağlamda, taraflar arası hizmet ticareti DTÖ kuralları üzerinden devam edecektir. Taraflar, yakın ekonomik ve ticari ilişkilerini sürdürmek ve geliştirmek amacıyla, hizmet ticaretini de dahil etmek üzere iki yıl içerisinde anlaşmayı gözden geçirecektir.
· AB’ye ihraç edilme “riski” taşıyan ürünlerde AB’nin uyguladığı vergiler ve AB mevzuatı, riskli olmayan ürünlerde ise BK’nın uyguladığı vergiler ve BK mevzuatı tatbik edilecektir. Dolayısıyla, “riskli” ürünlerde Gümrük Birliği şartları, riskli olmayan ürünlerde ise GB şartlarını sürdüren STA’mızın tercihli vergi oranları geçerli olacaktır. Pratikte uygulanan vergi oranları büyük ölçüde aynı olacaktır.
2008 global ekonomik krizi, neden AB’nin parasal birliğinin eleştirisi
ABD’de 2000 yılında NASDAQ’ da bulunan firmaların senetlerinin değer kaybetmesiyle başlayan büyük krizle birlikte bunu engellemek isteyen ABD merkez bankası faiz oranlarını düşüren bir politika izlemiş bu da emlak sektöründe bir balon oluşturmuştur. Düşük faizle birlikte artan kredi talebi ve yüksek riskli kredilerin oluşturduğu balon, menkul kıymetleştirme yoluyla uluslararası piyasalara ihraç edilmiştir. 2007’de AB de %600 yükselmiştir.
Finanasal kriz mortgage kriziyle birlikte reel sektörüde ele geçirmiştir. Çoğu avrupa bankası bu süreçten önce uluslararası düzeyde faaliyet sürdürdüklerinde kredi riski değerlendirmesi yapmadan kamu ve özel kişilere kredi verdiğinden kriz ağırlaşmıştı. Bankaların batmaması için euro bölgesindeki kamu gelirleri bankacılık sektörüne aktarılmak zorunda kalınmış ve finanasal kriz kamuya sıçramıştır.
Amrikada başlayan bu kriz avrupayıda içine alarak küresel bir kriz haline dönüşmüştür. Bu da küreselleşmenin ulaşmış olduğu boyutu yansıtmaktadır.
Burda avrupada, euro krizini parasal birlikten dolayı her avrupalının hissettiği yönünde,bu para birlikteliğine eleştiriler gelmiştir.
Klaus’a (2012) göre gelinen nokta buz dağının görünen bir parçasıdır ve mevcut AB entegrasyon sürecinden kaynaklanmaktadır. Başka bir ifadeyle gelinen nokta ülkelerin tek para, tek döviz kuru ve tek faiz oranı uygulamasının kaçınılmaz bir sonucudur.
McDonnell’a (2012) göre de kriz Parasal Birliğin dizaynı, oluşumu ve uygulamalarındaki sistematik politika başarısızlıklarının bir sonucudur. Yani kriz daha ziyade farklı yapıdaki ülkeler için tek bir para politikası ve tek bir döviz kuru gibi tek para uygulamasının dengesizliklerinin bir sonucudur. Dolayısıyla Avrupa açısından bu kriz Euro krizi olarak değerlendirilmektedir. Çünkü borç krizinin derinleşmesinde Parasal Birliğin dizaynındaki boşluklar ve ekonomik politikalardaki zayıflıklar rol almış; üye devletler Parasal Birliğin politika kısıtlarını yeterince yerine getirememişlerdir.
Eyüp TEKİN ( M.A, ÖĞRENCİ )
Covid-19 Pandemisinin Avrupa Birliği Ekonomisi’ne Etkileri
ÖZET
Avrupa birliği, Covid-19 Pandemisi ile ekonomisi büyük etkilere maruz kalmış, bu etkileri azaltmak için çeşitli tedbirler almıştır. Bu etkilerin neler olduğu ve süreçte Avrupa’nın nasıl karşıladığını araştırdığımız bu makalede, literatür taranarak makale ve tezlerden faydalanıldığı gibi Avrupa Komisyon raporları ışığında cevap aranmıştır. Covid-19 Pandemisi’nin AB’yi hazırlıksız yakaladığı ve geç tepki vermesiyle büyüyen ekonomik kriz karşısında alınan ekonomik tedbirler irdelenmiştir.
Anahtar Kelimeler: Covid-19, Pandemi, Avrupa birliği, Ekonomi
GİRİŞ
Çin’in Hubei eyaletinin Wuhan kentinde Aralık 2019 tarihinde başlayan Covid-19 salgını tüm Dünya’yı hızlı bir şekilde ele geçirmiş, kısa sürede Avrupa bir merkez üs haline gelmiştir. Küreselleşmeyle güçlü bağlar oluşturmuş olan Dünya, Çin ekonomisinin hız kesmesiyle küresel tedarik zincirleri sekteye uğramış, bununla birlikte salgın önlemleri için ulaşım sınırlamaları Avrupa’daki ekonomisinin daralmasını hızlandırmıştır.(McKibbin ve Roshen 2020:45)
Avrupa da yaşanan panik dolayısıyla devletler kendi başlarına çareler aramaya kalksa da kurumsal olarak AB toparlanıp ekonomiyi ayakta tutmak için çeşitli kararlar alıp kurtarma paketleri açıklamışlardır. AB GSYİH ‘nın %2’ sini ve Avrupa Merkez Bankası da 750 Milyar Euro ayırarak acil destekleme fonu oluşturmuşlardır. (Goniewicz vd. 2020:6)
Avrupa’nın omurgası olarak görülen KOBİ’ler istidamın üçteki ikisini teşkil ettiği için ön plana alınmıştır.(Juergensen, Guimón, ve Narula 2020:499)
Covid-19 salgının Avrupa ekonomisine etkilerine baktığımız çalışmada kavramsal çerçeveye bakılmış, salgın öncesi ekonomik duruma göz atılarak Avrupa’nın salgın esnasında ekonomik göstergeleri açıklanmış ve alınan tedbirler sunulmuştur.
1.KAVRAMSAL ÇERÇEVE
1.1 Pandemi
Ortaya çıkan bir hastalığın tüm dünyayı kapsacak bir şekilde yayılması pandemi olarak tanımlanabilir. (T.C Sağlık Bakanlığı, 2020)
Hızlı bir şekilde yayılarak sosyal statü gözetmeksizin insanların dokunulmazlığını ortadan kaldırıp dünyayı sarmakta olan bir hastalıktır.(Çınar ve Özkaya 2020:35)
1.2 Covid-19
Yaygın bir virüs ailesi olan Koronavirüsler (Coronavirus-CoV), çeşitli hayvan türlerinde de görülebilen ve insanlarda da hastalık ortaya çıkarabilen sağlık problemleridir.(Arslan ve Karagül 2020:1)
29-31 Aralık 2019’da ortaya çıkan bu aileye ait salgına dönüşen bu hastalık CoV tipi beta-CoV grubundan “Coronavirus disease 2019” yani “COVID-19” olarak adlandırılmaktadır.(Karcıoğlu 2020:66)
COVID-19, 11 Mart 2020 tarihinde Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından Pandemi ilan edilmiştir. (T.C Sağlık Bakanlığı, 2020)
1.3 Avrupa Birliği
İkinci dünya savaşından sonra Avrupa’da geçmişten gelen anlaşmazlık ve savaşların artık sona erdirilmesi amacıyla ekonomik ve siyasal gelişimi sağlayıp Dünya’da bir süper güç olma yönünde 6 Devletle başlayan günümüzde de bu sayının 27’ye ulaştığı bir iktisadi birliktir.
1.4 Ekonomi
Eski Yunancada Oikos (hane halkı) ve Nomos (yönetim) sözcüklerinin bir araya gelmesi ile oluşturulmuş bir kelimedir.
Lionel Robbins’e göre kıt kaynakların alternatif kullanım olanaklarını inceleyen bir bilimdir. (Eğilmez, 2019)
2. COVİD-19 ÖNCESİ DÜNYA’DA ve AVRUPA’DA EKONOMİK DURUM
Covid-19 öncesi dünyada yapılan değerlendirmelerde, ticari gerilimlerin muazzam büyüklükte artmasıyla 2018 yılında başlayan genişlemenin hız kaybetmesine neden olduğu, belirsizleşen jeopolitik alan ve hassaslaşan finansal yapılardan kaynaklanmış tehdit söz konusu olduğu yönündedir. Dünyadaki ticari entegrasyonun faydaları olmasına rağmen her ülkenin bundan faydalanamaması bu entegrasyonu sekteye uğrattığı ifade edilmektedir. Finansal teknoloji, çalışma yaşamının geleceği ve dijital ekonomi, eşitsizlik ve toplumsal cinsiyet sorunları ile sürdürülebilir kalkınma çabalarını derinleştirme ön görülmekteydi. (İMF, 2019)
Hizmetler sektörünün küresel ekonomide hatırı sayılır bir yerinin olduğundan bahsedilerek, bu sektörü daha iyi anlayarak geleceğe nasıl taşınabileceği ile ilgili çalışmalar söz konusu olmuştur. (WTO, 2019)
Küresel büyüme 2019 yılında %2,9 olarak gerçekleşirken 2018’in %3,6 oranına göre gerileme söz konusudur. Gelişmekte olan ülkeler bazında çok fazla olmasa da toparlanma tahminleri yapılmaktaydı. (Anadolu Hayat, 2019)
Bununla birlikte Avrupa ekonomisi koruyucu, rekabetçi, adil, sürdürülebilir ve etkili bir Avrupa stratejisi çerçevesinde politika çalışmalarıyla geçirmiş, yıl boyunca gündemi meşgul eden BREXİT ile siyasi mücadelelere de sahne olmuştur.
İstihdam oranlarındaki iyi rakamlar ve işsizliğin gerilemesi aynı zamanda kamu borç stoklarındaki düşüşün devam etmesiyle olumlu bir dönem geçirdiği düşünülse de küresel çaptaki ekonomik gerilemeler büyüme ve enflasyon gibi beklentileri aşağıya çekmiştir. (European Commission, 2020)
GSYİH AB'de 2019 son çeyreğinde bir önceki çeyreğe göre %0,1, 2018 son çeyreğine kıyasla %1,2 arttı.
İstihdam ise 2019 son çeyreğinde bir önceki çeyreğe göre % 0,2, 2018 son çeyreğine kıyasla % 0,9 arttı. (Dünya Gazetesi, 2020)
3.1 Krizin Durumu
Küreselleşen dünya ile birlikte daha önceki Pandemiler de dahil Dünya tarihinde eşi görülmemiş bir salgın hastalık toplumları ve ekonomileri şiddetli bir krize sokmuş, AB bu krizden payına düşeni fazlasıyla almıştır.
13 Mart 2020 itibariyle vaka sayıları Çini geçmiş, İtalya başta olmak üzere AB covid-19’un Merkezi haline gelmiştir. Şokta olan Avrupa, üye ülkelerin ortak hareket edememesiyle kendi başlarına çözümler aramaya başlamış, seyahat yasakları gibi uygulamalarla tek Pazar ve Schengen askıya alınmıştır. Çin’den kaynaklı tedarik sorunları da fabrikaların açık kalmasını güçleştirmiş, ekonomik belirsizlik ve vatandaşın gelir kaybı ticareti olumsuz etkilemiştir. Firmalar ödeme sorunlarıyla karşı karşıya kalmıştır.(Gündeş 2021:33)
Bu kriz boyunca AB’nin aslında birlik olarak karşı koyma yeteneğinin ne kadar zayıf olduğunu da ortaya koymuştur. Sorunlar karşısında herkesin ulusal pencereden olaylara yaklaştığını ortaya koymuştur.(Pietzcker 2020:19)
Bu durum beklenmeyen bir sonuç değildir. Çünkü uluslararası örgütler bürokrasilerini iyi işletseler de, katılımcı sayısı ne kadar geniş olsa da nihayetinde krizleri çözecek devletlerin kendileri olmaktadır.(Sümer 2020:163)
Ancak AB ve kurumları öğrenen birlikteliklerdir. Ağır ilerlese de yaptıkları yanlışlardan ders çıkarıp gereğini yerine getirecek kapasiteye sahiptir. Kurtarma plan stratejileriyle de bunu göstermektedirler.(Budak 2020:17)
AB ekonomik büyümesi Eurostat EU27 verilerine göre , 2020 yılı ilk çeyrekte % 3,4 daralırken, ikinci çeyrekte ekonomi durma noktasına yaklaşmış % 11,1 küçülmüştür. Mayıs 2020 de % 6,9 olan işsizlik oranı Eylül 2020’ye kadar % 7,8 olarak devam etmiştir. Sanayi üretimi ise Mayıs 2019’a göre Mayıs 2020’ de % 20 düşmüştür. 2020 yılı olarak AB ekonomisi % 6,1 oranında küçülmüştür. (Eurostat, 2021)
3.2 Kurtarma Planı
İlk şok etkisi atlatılmaya başlayınca birlik kriz mücadelesi için 540 Milyar Euro değerinde bir acil durum paketi ortaya koymuştur. 27 Mayıs 2020’ de bir kurtarma planıyla da yol haritası çıkarılmıştır.
Yeni nesil AB olarak adlandırılan krizden çıkma çabası için gerekli 750 Milyar Euro değerinde miktarda anlaşılmıştır. 2021-2027 için uzun vadeli 1.074,3 Milyar Euro değerinde AB bütçesi ortaya kondu. İşçiler, İşletmeler ve Üye Ülkeler ayrılmış bulunana 540 Milyar Euro değerinde fon ile birlikte kurtarma paketi toplamda 2.364,3 Milyar Euro’yu bulmuştur.
11 Şubat 2021’de 672,5 Milyar Euro Üye devletlere İyileştirme ve Dayanıklılık Tesisi (RRF) düzenlemesiyle Konseyde kabul edilmiştir. Üye devletlerin bu desteklerden faydalanabilmesi için aşağıdaki politikaları göz önünde bulundurmaları istenmektedir.
· Yeşil Geçiş
· Dijital Dönüşüm
· Akıllı, Sürdürülebilir ve Kapsayıcı Büyüme ve İstihdam
· Sosyal ve Bölgesel Uyum
· Sağlık ve Dayanıklılık
· Eğitim
Avrupa Parlamentosu da siyasi mutabakata vararak aşağıdaki kararları almıştır :
· Horizon Europe, EU4Health ve Erasmus+ dahil olmak üzere AB programlarının, belirlenen harcama tavanlarına uyarak, ek araçlar (12,5 milyar Euro) ve yeniden tahsisler (2,5 milyar Euro) yoluyla 15 milyar Euro artırılması hedefleniyor .
· AB'nin öngörülemeyen ihtiyaçlara yanıt vermesine izin vermek için daha fazla esneklik
· Yeni Nesil AB kapsamındaki gelirlerin gözetiminde bütçe otoritesinin daha fazla katılımı
· Biyolojik çeşitlilik konusunda daha yüksek çaba ve biyolojik çeşitlilik, iklim ve cinsiyetle ilgili harcamaların daha güçlü izlenmesi
· Yeni öz kaynakların tanıtımına yönelik gösterge niteliğinde bir yol haritası
Mayıs 2020'de tamamlanan 540 milyar Euro tutarında destek aşağıdaki gruplar için tasarlanmıştır.
· İşler ve İşçiler
· İşletmeler
· Üye Devletler
AB, kriz esansında işsizlik riskiniz azaltmak için kısa süreli çalışma planları ve işletmelerin diğer giderlerine katkı sunmak adına 100 Milyar Euro tutarı geçmeyecek şekilde paket sunmuştur. 25 Mayıs 2021 tarihi itibari ile 94 Milyar Euro kullanılmıştır. Destek verilen Ülke ve Miktarlar aşağıdaki gibidir.
Avrupa Yatırım Bankası (EIB) Grubu, 25 milyar Euro'luk bir pan-Avrupa garanti fonu oluşturdu. Fon, AB genelinde küçük ve orta ölçekli işletmelere (KOBİ'ler) odaklanan şirketlere 200 milyar Euro'ya kadar kredi sağlamaktadır. Bu, KOBİ'lerin kısa vadeli finansman ihtiyaçlarını karşılamak ve sağlık sektörünü desteklemek için oluşturulmuştur.
Avrupa İstikrar Mekanizması, GSYİH' lerinin %2'sine kadar Euro bölgesinde bulunan üye devletlere toplam değeri 240 milyar Euro'ya kadar olan krediler sağlamaktadır.
(European Commission, eu-recovery-plan, 2021)
4. AB 2021 EKONOMİK ÖNGÖRÜSÜ
Avrupa Birliği (AB) Komisyonu, Avro Bölgesi ekonomisinin 2021 yılına ilişkin büyüme tahminini % 4, 2022 yılında % 4,4, AB ekonomisinin ise 2021 yılında % 4,1, 2022'de de % 4,4 oranında belirledi.
Enflasyon 2021’de AB' de % 1,9, Avro Bölgesinde de % 1,7 olacağı, AB'deki hane halkı tasarruf oranın da 2020'de %19,4'ten 2022'de, %13,6'ya düşmesi beklenmektedir.
AB'nin kamu yatırımlarının GSYİH'ya oranının, 2019'daki %3'ten 2022'de yaklaşık %3,5'e yükselmesi, AB ihracat pazarlarının 2021'de %8,3 ve 2022'de %6,4 olarak artacağı düşünülmektedir.
AB'de ‘’Uyumlaştırılmış Tüketici Fiyatı endeksi (HICP)‘’ enflasyonunun 2020'de %0,7'den 2021'de %1,9'a yükselmesi ve 2022'de ılımlı olarak %1,5'e yükselmesi bekleniyor. Euro bölgesinde, enflasyon 2020'de %0,3'ten 2021'de %1,7'ye ve 2022'de %1,3'e yükseleceği düşünülmektedir.
AB işsizlik oranının 2019’da %6,7'lik oranın üzerinde seyrederken, bu yıl %7,6' ya yükseleceği ve 2022'de yaklaşık % 7' ye düşeceği tahmin ediliyor.
Acil durum politikası desteğinin uzatılmasının ardından, her iki alandaki açık oranının bu yıl daha da artarak GSYİH'nın sırasıyla yaklaşık %7,5 ve %8' e çıkması bekleniyor.
2022'de, devam eden ekonomik toparlanma ve geçici politika desteğinin büyük kısmının aşamalı olarak kaldırılması sayesinde, hem AB'deki hem de Euro bölgesindeki açıkların GSYİH'nın yaklaşık %3¾'ü oranında yarıya düşmesi bekleniyor.
AB ve Euro Bölgesi borç-GSYİH oranlarının bu yıl daha da artması ve 2022'de hafifçe düşmeden önce AB ve Euro bölgesinde sırasıyla %95 ve %102 civarında yeni bir zirveye ulaşması bekleniyor.
(European Commission, spring-2021-economic-forecast_en, 2021)
SONUÇ
Siyasi ve iktisadi tartışmaların süre geldiği AB, Covid-19 Pandemisi etkisiyle hazırlıksız yakalandığı ekonomik krizi kurumsal ağırlığından geç karşılasa da büyüme, istihdam, KOBİ’lerin desteklenmesi paketleriyle biraz daha kontrol edilebilir duruma getirmiştir. Küresel tedarik zincirlerinin bozulması, nüfus hareketlerinin azalması, Covid-19 tedavisindeki belirsizlikler ekonomi teneffüsünü sınırlandırmış, bulaşın önlenmesi ve insanları ayakta tutma anlayışı öncelenmiştir. Aşı bulunmasıyla tedbirlerdeki gevşemeler ekonomi mekanizmasına ivme katmaya başlamış, oluşan talep dalgası önümüzdeki yıllarda enflasyonun gündemde önemli yer teşkil edeceğine dayanak olmuştur. Üretim çarklarının dönmeye başlamasıyla umutların olumlu gerçeklere dönmeye başlayacağı tahmin edilmektedir.
KAYNAKÇA
Arslan, İ. ve Soner, K. 2020. “Küresel Bir Tehdit (COVID-19 Salgını) ve Değişime Yolculuk”. Üsküdar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi 6(10):1–36. doi: 10.32739/uskudarsbd.6.10.67.
Anadolu Hayat. (2019, Ocak 1). Anadolu Hayat Emeklilik 2019 Faaliyet Raporu. Haziran Perşembe, 2021 tarihinde www.anadoluhayat.com.tr: https://www.anadoluhayat.com.tr/interaktif-faaliyet-raporu/2019/tr/tr-5.pdf adresinden alındı
Budak, S. 2020. “Krizler Avrupası ve Avrupa Birliği’nde Covid-19 Salgını Sonrası ‘GELECEK’ Senaryolarına Bir Bir Katkı”. Euro Politika Dergisi 4(2):17–25.
Çınar, F. ve Berrin, Ö. 2020. “Koronavirüs (COVID-19) Pandemisinin Medikal Turizm Faaliyetlerine Etkisi”. Sağlık ve Sosyal Refah Araştırmaları Dergisi 2(2):35–50.
Dünya Gazetesi. (2020, Şubat 14). Avrupa ekonomisinin 2019 büyüme oranı belli oldu. Haziran Perşembe, 2021 tarihinde https://www.dunya.com: https://www.dunya.com/dunya/avrupa-ekonomisinin-2019-buyume-orani-belli-oldu-haberi-462599 adresinden alındı
Eğilmez, M. (2019, Ocak 21). Kendime Yazılar. Haziran Perşembe, 2021 tarihinde Mahfi Eğilmez: https://www.mahfiegilmez.com/2019/01/ekonomi-nedir-neyi-inceler.html adresinden alındı
European Commission. (2020, Ekim 3). 2019'da AB. Haziran Perşembe, 2021 tarihinde https://op.europa.eu/: https://op.europa.eu/webpub/com/general-report-2019/en/ adresinden alındı
European Commission. (2021, Mayıs 31). eu-recovery-plan. https://www.consilium.europa.eu: https://www.consilium.europa.eu/en/policies/eu-recovery-plan/ adresinden alınmıştır
European Commission. (2021, Haziran 17). spring-2021-economic-forecast_en. https://ec.europa.eu: https://ec.europa.eu/info/business-economy-euro/economic-performance-and-forecasts/economic-forecasts/spring-2021-economic-forecast_en adresinden alınmıştır
Eurostat. (2021, Haziran 17). Home. ttps://ec.europa.eu: https://ec.europa.eu/eurostat/web/main/home adresinden alınmıştır
Goniewicz, K., Khorram-Manesh, A., Attila J. Hertelendy, A., Goniewicz,M., Katarzyna N., ve M. Burkle Jr, F. 2020. “Current response and management decisions of the European Union to the COVID-19 outbreak: A review”. Sustainability (Switzerland) 12(9):6–7. doi: 10.3390/su12093838.
Gündeş, Y. G. 2021. “Covid- 19 Özeli̇nde Küresel Salginların Ekonomik Etkileri”. Yıldız teknik Üniversitesi Ktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İktisat Bölümü Lisans Tezi 33–36. doi: 10.13140/RG.2.2.23258.06082.
İMF. (2019, Nisan 30). IMF Annual Report. Haziran Perşembe, 2021 tarihinde www.imf.org: https://www.imf.org/external/pubs/ft/ar/2019/eng/assets/pdf/imf-annual-report-2019.pdf adresinden alındı
Juergensen, J., José, G., ve Rajneesh, N. 2020. “European SMEs amidst the COVID-19 crisis: assessing impact and policy responses”. Journal of Industrpial and Business Economics 47(3):499–510. doi: 10.1007/s40812-020-00169-4.
Karcıoğlu, Ö. 2020. “Coronavirüs nedir, nasıl korunabiliriz?” Anka Tıp Dergisi 2(1):66–71.
McKibbin, W. ve Fernando, R. 2020. Economic Impact of COVID-19. SSRN Electronic Journal.
Pietzcker, D. 2020. “Hakikatin Dönüm Noktası : COVID-19 Batı Toplumlarının ve Avrupa Birliği ’ nin Zayıflıklarını Nasıl Ortaya Çıkardı ?” BRIQ Belt & Road Initiative Quarterly Dergisi 1(3):19–32.
Sümer, K.K. 2020. Covid-19 Salgınının Ekonomi̇ Etki̇leri̇ Ve Salgın Sonrasında Dünya Ve Türki̇ye
T.C Sağlık Bakanlığı. (2020, temmuz 2). COVID-19 Bilgilendirme Platformu. haziran perşembe, 2021 tarihinde www.covid19.saglik.gov.tr: https://covid19.saglik.gov.tr/TR-66494/pandemi.html adresinden alındı
WTO. (2019, Ağustos 1). World Trade 2019. Haziran Perşembe, 2021 tarihinde www.wto.org: https://www.wto.org/english/res_e/booksp_e/00_wtr19_e.pdf adresinden alındı.
BORUSAN OTOMOTİV SPONSORLUK KRİZİ – BAŞÖRTÜLÜ PARTNER ÖRNEĞİ
I. Konu :
Ralli pilotu Burcu Çetinkaya 2011 yılında Borusan Holding ile bir sponsorluk anlaşması imzalamasının ardından Kanal 24 Televizyonunda Araba Sevdası isimli program yapmaya başladı. Bu programda Başörtülü partneri Merve Sena Kılıç ile test sürüşü yapınca Borusan Holding “ kurum imajımıza zarar veriyor.” denilerek sponsorluk anlaşması iptal edilmiştir.
II. Konunun Ortaya Çıkışı :
Yeni Şafak Gazetesi’nin “BAŞÖRTÜLÜ BİNİNCE BMW BOZULUYOR” başlıklı haberinin ardından bu olay medya ve sosyal medyada büyük infial uyandırdı. Bilhassa twitterda hızla yayılmaya başlamasıyla Borusan iddiaların içine cevap vermek suretiyle girmiş
oldu.
III. Gelişmeler :
Gazete bu başlıkla birlikte haberi yayınlamasından sonra gündeme düşünce Borusan Otomotiv Marka Müdürü, sektörde gündeme gelen vergi artışlarından sonra mevcut iş hacminin daralması nedeniyle % 40 oranında bütçe kısıtlamasına gitme kararı aldıklarını ve bunun sonucunda aynı gün bütçe nedenleriyle sponsorluk görüşmelerinin sonlandırıldığını bildiren bir açıklamayla olayın kapanmasına yol açamamış olmasının yanı sıra tepkilerin twitterda da artmasına yol açtı.
Tepkilerin büyümesi üzerine MINI marka yöneticisi sosyal medya hesabından açıklama yaparak, İlk açıklamasındaki kendi savını çürütür şekilde ve bu konuda hassasiyeti olanları daha da kızdıracak biçimde Dini inançlar ve başörtüsünün "trendy ve tarafsız" olması gereken MINI markasının algısına olumsuz etkileri olabileceği yönünde açıklamalar yaptı.
Bu gerçek niyetlerinin ortaya çıktığını düşündüren açıklama tepkilerin boyutunu arttırarak meslek örgütleri ve sanatçılar düzeyine de taşıdı.
Motosiklet Federasyonu ve Spor Toto Teşkilatı, BMW ile olan tüm sözleşmelerin iptal ettiğini, markaya da 'pist yasağı' getirildiğini açıkladı.
Tüketici Hakları Merkezi Başkanı Ömer Keser ise “Madem başörtülüler imajlarını bozuyor. O halde bu araçları bize satmasınlar” diyerek tavrını koydu.
Gazeteci Cüneyt Özdemir'in, “Mini Cooper'ımı hemen satıyorum” twiti ile olayın çapını genişledi..
Motosiklet Federasyonu Başkanı Bekir Yunus Uçar, başörtüsü ayrımcılığına imza atan Borusan firmasının BMW markası ile 3 önemli projeyi askıya aldıklarını açıkladı.
2011 yılı Türkiye Motosiklet Pist Şampiyonu Yunus Erçelik de sporcu olarak bu olaya tepki göstererek, “Milli bir motosiklet yarışçısı olarak inancımıza yönelik ayrımı kabul etmiyorum. Avrupa ve dünyanın hiçbir yerinde sponsorların bu tip bir ayrım gözetmediğini, biliyor ve görüyoruz. Bu durum düzeltilmediği sürece BMW ile Türkiye Şampiyonası'na çıkmayacağım” diye konuştu.
Borusan Holding CEO’su Agah Uğur ise yaptığı basın açıklamasında özür dilerken kamuoyundaki iddiaları desteklemişte oldu. Açıklamada "Borusan Otomotiv Mini markası adına iki başarılı rallicisi Burcu Çetinkaya ve Çiçek Güney ile bir sponsorluk sözleşmesi imzalamıştır. Burcu Hanım ayrıca kendisi başörtülü olan gazeteci Merve Sena Kılıç ile bir televizyon kanalında program yaptığı için ve bu durumda distribütörlüğünü yaptığımız MINI markasının imajı ile ters düştüğü için bu sözleşme tarafımızdan iptal edilmiştir. "
Yapılan basın açıklaması ateşe benzin döktüğünden Borusan Holding, bir gazetede tam sayfa ilan vererek, konu hakkında tekrar toparlama sürecine yazılı basın aracılığıyla girmeye çalıştı. Yaşanan gelişmelerin ardından ayrımcılık iddiasıyla suçlanan Borusan Holding Marka Müdürü istifa etti.
Borusan Holding CEO’su Agah Uğur, 66 yıllık kuruluşu adına özür diledi.
Yapılan toplantıda konuşan Borusan üst yönetimi “türban krizi” gerekçesiyle biri Adana’da olmak üzere 3 kesin satış iptali yaşadıklarını açıkladılar.
IV. Bu Kriz Yönetiminde Yapılan Doğrular ve Yanlışlar :
· Gazete ilanıyla sosyal medyada kalabilecek bir krizi daha geniş kitlelere yaydılar. Ve büyük kitleleri ikna etmek daha zor olduğundan yetersiz kalındı.
· Başörtüsünün MINI markasının tarafsızlığına gölge düşürdüğünden bahsederken diğer yönden tam bir taraf gibi hareket etmişlerdir. Burda firma yönetiminin, bu marka otomobili kullanan müşteri profilini ve bulundukları toplumu iyi okuyamadıkları görülmektedir. Kendi dünya görüşüne yakın insanların bu otomobili alacak gelire sahip olduklarını düşündüklerinden eski yargılarına takılıp kalmışlardır. Ciddi bir iç eğitim ve anlayış çalışmalarına girmeleri gerekmektedir.
· Marka Müdürünün istifa etmesi geç kalınmış doğru bir harekettir.
· Süreci iyi kavrayamayıp krizi tahmin edemeyip itibarının zedelenmesiyle karşı karşıya kalmıştır.
· Kriz yönetiminde en büyük hataları bu çaplı bir sıkıntıda marka müdürü yerine
CEO’nun ilk önce devreye girmemesidir.
· Marka müdürü kişisel tercihlerini ön plana çıkarmış olduğu algılanmış ve düzeltme yaparken açıkça ne demek istediğini söylemeyip konuyu saptırmaya çalışmıştır.
· Firma ilk başta CEO açıklamasıyla bu görüş bizi yansıtmıyor, Müdürün firmamızla ilişkisi kesilmiştir kamuoyundan özür dileriz, deseydi konu kapanacaktı. Ancak CEO’nun da açıklamaları müdürün görüşünü destekler nitelikte olmuş ve olay içinden çıkılmaz bir hal almıştır.
· Gazete ilanından sonra birkaç TV programı ve gazeteciyle röportaj yapılarak kamuoyuna olumlu sinyaller verilebilirdi.
· Otomobilin müşteriyi değil müşterilerin otomobil seçtiğini hem kendilerine hem topluma anlatmalılar.
Eyüp TEKİN ( M.A, ÖĞRENCİ )
Fiyatlar genel seviyesindeki artış olarak tanımlanan ENFLASYON, iki şekilde karşımıza çıkabiliyor. Toplam talebin toplam arzdan fazla olmasıyla talep enflasyonu oluşması ve girdi maliyetlerinin artmasıyla yaşanan maliyet enflasyonu. Maliyet enflasyonuna örnek kur artışıyla meydana gelen girdi maliyetlerindeki artış diyebiliriz. Enflasyonla mücadelede yasalar gereği görev Merkez Bankasındadır. Merkez bankası talebi düşürebilmek için sıkı para politikası uygular. Para basmayarak yerli paranın dolaşımda artmasını engellemeye çalışarak tüketim ve yatırım harcamalarını azaltmaya çalışır. Tasarruflar artmış olur. Ve tabi faizleri yükseltir. Türk lirası değer kazandığı için ithal girdi fiyatlarında da gerileme olur. Diğer taraftan sıkı Maliye Politikaları da devreye sokulur. Bu da vergiler arttırılıp kamu harcamalarının kısılmasıyla, ayrı ayrı veya beraber uygulanarak gerçekleştirilir. Enflasyonla mücadelede para ve maliye politikalarının uyumlu olası şarttır.
2000’li yıllarda kriz gelmeden önce Türkiye’nin en büyük problemlerinden biri olan kamu gelir-gider dengesizliği bir türlü çözülememişti. Türkiye devalüasyon ve enflasyon sarmalında boğuşurken döviz bulunamıyor. Nerdeyse dış borçlanma yapamaz hale gelmişti. Bu nedenle iç borçlanmaya yönelince de yüksek faizle karşı karşıya kalıyordu. En büyük problemlerden biri de Bankacılık sektöründeki başı bozukluktu. Önüne gelen iş adamı kendi bankasının da sahibi olabiliyor ve bunu kötü niyetli olarak kullanabiliyordu. Dövize %25 faiz veren bankalar bile türemeye başlamıştı. Ekonominin siyasetten ayrı düşünülemeyeceğini göz önünde tutarsak Özal’dan sonra koalisyonlarla yönetilmeye çalışan Türkiye’de bir türlü istikrar sağlanamamış, iç siyasi ve ideolojik çekişmelerle birlikte Askeri vesayet odaklarının müdahaleleriyle toplumsal huzursuzluk da had safhaya ulaşmıştı. Bu ekonomik otorite boşluğu oluşturmuş belli çevreler bankacılık sektörünü ele geçirerek menfaat devşirmişlerdir. Devalüasyonun önünü almak için Aysa krizlerinin de nedeni olan sabit kur rejimini İMF önermiş ve uygulanmaya başlamıştır. Tabi böyle olunca faiz serbest bırakılmış oldu ve müthiş bir şekilde artmaya başladı. Çünkü döviz kuru belli olunca herkes döviz taahhüdü vermeye başladı, dövizle krediler arttı ancak yerine nasıl konulacağı belli değildi. 1999’dan sonra bir miktar olumlu hava esse de bankaların açık pozisyon kapatma ihtiyacı, kamu banlarının borç bulma telaşına itmiştir. Bankaların dış borçlanması zora girmiş, döviz bulma ihtiyacı yüksek faizle para arayışına sokmuş, yabancı bankalarda hazine kağıtlarını elden çıkararak Türkiye’den ayrılmaya başlamışlardır. Burada Merkez bankasının likitide desteği vermesi çok önemliydi ama yapamadılar.
Devamında bir döviz krizi olan, cari işlemler açığında ortaya çıkan büyük oranlı açıklar ve İMF’nin programın tam uygulanamadığını düşünüp kredi üçüncü dilimini serbest bırakmamasıyla gerilen siyasi ortamla birlikte artık bardağı taşıran son damla olan dönemin Başbakanı ve Cumhurbaşkanı arasında ki gerilimin kamuoyuna yansıtılmasıyla 2001 krizi de patlak vermiş oldu.
Yüksek enflasyonla beli bükülen Türkiye bu mücadele için para, maliye ve yapısal reformlarla aşmaya çalışmıştır. 2000-2002 yılları arası enflasyon mücadele hedefleri ; Hedef enflasyon koyarak, istikrarlı büyümeyi sağlayıp, cari açık ve Kamu borç stoğunu azaltmaktı.
Fakat enflasyonla mücadele programının başarılı olmasının önünde bir sürü engel vardı. Daha önce 16 kez anlaşma yapmışız çoğu yarıda kesilmiş, bu yüzden bir güven oluşmamıştı. Hiçbir yerde başarılı olmamış dövizde çıpa yöntemi benimsenmişti. Zaten kötü olan bankacılık sistemine dışardan borçlanmanın önü açılmıştı. İç talebi karşılamak için ithalatta özellikle dayanıklı tüketim mallarında artış olmuştu. Yüksek kamu zararları bu dönemde ortaya çıktı. Ziraat bankası üzerinden devlet aşırı borçlanmaktaydı ve görev zararı yazılıyordu. Özelleştirmelerde gerektiği gibi yapılamadı.
Şubat 2011 krizinden sonra da Hükümet Kemal Dervişi bir kurtarıcı olarak ekonomi yönetiminin başına getirdi.
Bu süreçte öncelik kamunun borç yükünün hafifletmek ve döndürülebilir hale getirmekti. Temel hedef faiz dışı fazlayı arttırmak oldu.
Sabit kur rejimi terk edilerek serbest kura geçildi ve faizler kontrol altına alınmaya çalışıldı.
Sonuç olarak 90’ lı yılların dünyada görülen ekonomik krizlerinin yansımalarıyla Türkiye’de biriken ve bir türlü önü alınamayan enflasyonla karşımıza çıkan krizler hatalı ekonomik ve siyasi politikalarla içinden çıkılmaz hale gelmiş ve kriz olarak karşımıza çıkmıştır. 2000 krizine götüren en büyük sebep Bankacılık sektörünün içinde bulunduğu durum, sabit kur rejimi ve siyasi çalkantılar olarak görülmektedir. Kemal Derviş ile uygulanan yeni İMF anlaşmalarının başarılı olabilmesi için yeni güçlü bir siyasi yapı ve hükümet gerekiyordu. Seçime gidildi ve Tek partili bir döneme geçilerek İMF ile anlaşmalara sadık kalınıp program terk edilmedi ve başarılı sonuçlar alındı.
Eyüp TEKİN ( M.A, ÖĞRENCİ )
Neo-Liberalizmi Sanayi ve ticareti arkasına alan bir serbest piyasa ekonomisi olarak tanımlayabiliriz. 1930’lu yıllara ulaşıldığında gelişmiş ülkeler ve bir çok ülkelerde karlar gerilemeye başlamış, para ve banka krizleriyle beraber Liberal modelin yani bireysel ve politik özgürlük anlayışının yeterli olamadığı düşünülerek Neoliberal model geliştirilmiştir. Neoliberalizm, klasik anlayışa göre çok daha ekonomiyi ön planda tutmuş, serbest piyasa ekonomisini savunurken fiyatları devletin kurumlarından ziyade özel sektörün denetimine bırakılmasını öngörmüştür. Ekonomide bir özgürlük anlayışı sunmuş, merkezi planlamaya karşı çıkılmıştır.
Bu anlayışta öncelikli hedef elinden geldiğince fazla mal üretilerek piyasaya sokmaktır. İşbölümü ve üretimin uluslararası zenginliğe yol açacağı düşüncesi hakimdir. Uluslararası ticareti önemsediği için savaş karşıtı bir anlayıştır. Buraya ayrılan bütçelerin ekonomik yatırımlara yönlendirilmesini salık verir. Serbest piyasa ve fırsat eşitliği olarak Neolberalizm özetlenebilir.
1929 buhranından sonra sarsılan dünya ekonomisine çıkış Keynezyen politikalar olmuştur. Bu anlayışta devlet doğrudan müdahale ederek yatırım yapabildiği gibi özel sektörü de yönlendiriyordu. Keynezyen yaklaşım yanlış bir uygulama olmamakla birlikte misyonunu tamamladığı için yeni bir modele ihtiyaç duyulmuştur. Kalkınma ve refahı sağlamıştır. Ancak bu dönemde ithal ikameci anlayış dolayısı ile doyuma ulaşan üretime iç pazarda ne yapacağına çözüm bulamamıştır. Ve de dış Pazar arayışı zorunlu hale gelmiştir. Kar oranlarındaki düşüşle birlikte hali hazırdaki mekanizma ilerleyemez hale gelmiş ve 1970’lerde yeni bir modele ihtiyaç olduğu ortaya çıkmıştır. İthal ikameci sanayi politikalarını bırakabilmek için tarife dışı kısıtların ithalat üzerinden kaldırılması, gümrük tarife oranlarının sanayi ürünlerinde düşürülmesi, ihracat vergilerinin alınmaması gibi Liberal dış ticaret önlemlerine ihtiyaç vardı. Liberal düşünce yeniden gözden geçirilerek Neo-liberal anlayış hakim olmaya başlamıştır. Üretim sermayesinden para-sermaye ilişkisinin ön plana çıkacağı bir döneme girilmiştir. Türkiye bu dönemde planlı kalkınma dönemi içerisinde olduğu için anca 1980’lerde Neo-liberal politikalara geçebilmiştir.
Neo-liberal politikalar 1973’de patlak veren petrol kriziyle dünyada İMF ve DÜNYA BANKASI eliyle gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelere dayatılmış bir programdır aynı zamanda. Savaştan sonra Bretton Woods konferansı ile Amerika Maliye ve para politikalarını dünyaya dayatabilmekteydi. Keynezyen politikaların çökmesiyle gelişmiş ülkelere Pazar arayışında bir çıkış yolu olarak Neo-liberal görüşün çare olduğu görülmektedir. Serbest ticaret ve ülkelerin kamu alnından çekilip özelleştirmelerle uluslararası şirketlere açık hale gelmesi iştah kabartıcı bir durum oluşturmuştur. Gelişmekte olan ve üçüncü dünya ülkelerine bunu dayatıp doğrudan yabancı yatırım adı altında ve ya kısa vadeli para hareketleriyle ülke kaynaklarını kullanıp, borçlu ülkeleri daha fazla borçlandırarak uluslararası örgütlerle İMF gibi kontrol altında tutmayı başarmışlar. 1970 öncesi egemen durum bundan sonraki süreçte de devam etmiştir. 1980’lerden itibaren de dayatılan yapısal uyum paketleri ücret düzeylerinin düşürülmesi, serbest ticaret, liberalleşmiş finans piyasaları, özelleştirme, kamu harcamalarının kısılması çerçevesinde gelişmiştir.
Türkiye’de Neo-liberal politikalara gelmeden önce kuruluştan itibaren biraz bahsetmek gerekir. 1923-1929 dönemi ekonomide özel sektöre dayalı bir dönem olmasına karşın liberal olarak adlandıramayız. Sanayileşme burada devlet eliyle bir burjuva sınıfı yaratma bir ekonomi politikası olmuştur. Milli iktisat yaklaşımı olarak görülen bu dönemde yabancı sermaye Pazar bulabilmiş, yerli sermaye de devlet desteğiyle sermayenin serbest dolaşımına ön ayak olmuştur. 1930-1939 döneminde milli sanayileşme politikasıyla devletçilik ve korumacılık yaklaşımıyla davranılmış dış ticaret açığı verilmemiştir. Birinci beş yıllık kalkınma programı uygulanan bu dönemde önemli bir başarı elde edilmiştir. 1946-1953 yılları arasında ithalatın serbest olması, dış borçlardaki artış kredi ve yardımlara muhtaç bir ekonomiye yöneltmiştir. 1948 yılında ise Marshall yardımları ile dış ticaret rejimi yabancı sermaye çizgisinde açık ekonomi ve serbest ticarete doğru bir kayma yaşamıştır. Bu dönemin bize hediyesi dış açıkların çok büyük olmasıyla borçların ödenemez hale gelmesi ve ekonominin dışa bağımlılığının artması sanayi üretiminin 1930-1939 yıllarındaki kazanımlarını kaybetmesine neden olmuştur.
1980 yılından sonra Türkiye’ de Neo-liberal politikalar devreye girmeye başlanmıştır. Bu dönemde ihracata dayalı, yabancı sermaye girişine yönelik faaliyetler ve dışa açık büyüme başlamış İMF küresel sermayenin bu politikalarını dayatmıştır. Küresel sermayenin her türlü müdahalesine açıklık anlamına gelecek kur ve faizler serbest bırakılmıştır. Yabancı sermaye de bu fırsatı kaçırmayarak reel sektör yatırımlarından çok finansal sektörde spekülatif yatırımlarla ülke ekonomisini sömürmeye başlamıştır. Bu da faizden geçinenleri mutlu etmiş ancak gelir dağılımındaki adaletsizlik, kamu yatırımlarının eksikliği toplumumuza fakirlik olarak dönmüştür.
Sonuç olarak dünyada Keynezyen politikalarla yaşanan üretim fazlalığının değere dönüşememesi petrol kriziyle de had safhaya çıkan ekonomik sıkışmışlık, liberal anlayışın yeniden gözden geçirilip uygulanması fikrini doğurmuş, 1970’lerde başlayan bu süreç Türkiye’de 1980 yılından itibaren uygulanmaya başlamıştır. Küresel güçler yeni Pazar arayışlarına Neo-liberal politikalarla çare ararken, gelişmekte olan ve üçüncü dünya ülkelerini Pazar alanı olarak seçip ekonomilerini devlet korumasından çıkarmış ve kendi Hegemonik anlayışlarına göre Neo-liberal modeli dayatıp onları farklı modelle sömürmüşlerdir. Ekonomiden devleti çekip, dış ticarette serbestlik sağlayıp, faiz ve kur spekülasyonlarına açık hale getirmişlerdir.
Eyüp TEKİN ( M.A, ÖĞRENCİ )
Giriş :
Uzun süredir enflasyon ve faiz arasındaki ilişki çeşitli surunlar karşında açıklanmaya çalışılmış. 1930 yılında Fisher bu ilişkiyi enflasyon faizin nedenidir olarak açıklayarak bir teorik altyapı oluşturmuştur. 2008 krizinden sonra bu sorgulanır hale gelmiş ve bu görüşün tersi olarak neo-fisher yaklaşımı ortaya çıkmıştır. Çalışmamızda Fisher / Neo - Fisher yaklaşımı tanımlanarak yapılan araştırma sonuçları yorumlanıp gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin birlikteliklerinin bu yaklaşımlar açısından anlamı vurgulanmıştır.
Fisher yaklaşımı:
Ekonomilerde finansal politikaları belirlemek para politikalarının en önemli işlevidir. Bu da nominal enflasyonu etkileyecektir. Fisher yaklaşımında nominal faiz ve nominal enflasyon oranlarının beraber hareket etmesi söz konusudur. Yani reel faiz sabit kaldığı müddetçe nominal faiz oranlarındaki artış nominal enflasyon oranlarını da yukarı sürükleyecektir.
Özetle beklenen enflasyon ve nominal faiz oranları, reel faiz oranı üzerinde bir etkide bulunmadan beraber hareket ettiği düşüncesi savunulur. Enflasyondan faize bir nedensellik ilişkisi vardır.
Nominal faiz oranı = reel faiz oranı + enflasyon beklentileri
Neo - Fisher yaklaşımı:
Fisher yaklaşımında görülen ilişkinin tersine nedensel olduğunu bize ifade eder. Enflasyondan faize değil, nominal faizden nominal enflasyona doğru bir nedensellik vardır. Merkez bankaları enflasyonu yükseltmek istenirse nominal faiz oranlarını yükseltmelidir. Enflasyonu düşürmek istiyorlarsa nominal faizi düşürmelidirler.
Enflasyon ve faiz
Fiyatlarda sürekli bir artış meydana geliyorsa buna enflasyon diyoruz. Enflasyondan bahsedebilmek için ; artışın genele dağılmış olması gerekir yani tek bir maldaki artış değil enflasyon sepetini oluşturan tüm mallardaki artışın olması gerekir. Bu artışın tek seferde de değil bir süreklilik göstermesi gerekir. Bu sürekliliğinde ekonomide kayda değer bir etki oluşturması gerekmektedir.
Enflasyon oluştuğunda bu sorunla mücadelede merkez bankaları devreye girer ve faiz oranları ile fiyat istikrarını sağlamaya çalışırlar. Merkez bankalarının bu müdahaleleri enflasyonu aşağıdaki şekilde etkilemektedir.
Faiz oranlarındaki değişiklikler Banka veya diğer finans kuruluşları tarafından dikkate alınarak kendi faiz kararlarını oluşturacaklardır.
Belirlenen oranlar bankalardan alınan kredi miktarlarını, hisse senedi ve döviz gibi varlıklarında maliyetini etkileyecektir.
Yabancı sermaye girişi bu faiz oranlarından etkilenecektir.
Diğer önemli husus da faiz kararları bireysel veya tüzel kişilerin beklentilerini etkileyecek ve bu yönde karar almalarını belirleyecektir.
Faiz, sermayenin maliyeti olarak görülür ve kaynak elde edebilmek için borçlanırsanız bunun bir türevi olarak ortaya çıkar. Gelecek nesillere yük bıraktığı için genellikle olumsuz görüşler mevcuttur faiz hakkında.
Bir taraftan da enflasyon ve faiz arasındaki münasebetin anlamlandırılması uzunca bir süreye dayanmaktadır. Bu konuyu açıklamaya çalışmanın ilk teorik altyapısı FİSHER tarafından ortaya konarak bugünkü çalışmalara temel oluşturmuştur. Tanımlarda da bahsettiğimiz gibi nominal faiz oranının beklenen enflasyona ayarlı olduğu ve pozitif yönlü bir ilişkiyi ifade eder. Daha sonrada değineceğimiz üzere bu teori daha çok ABD ve Endüstrileşmiş ülkeler üzerinde geçerlilik kazanmıştır.
Ancak 2008 de yaşanan küresel çapta kriz bu modelin sorgulanmasını ve yeni bir çıkış arayışının ortaya çıkmasına neden olmuş. Neo - Fisher yaklaşımı değerlendirilerek ekonomik hareketliliğe çare aranmıştır.
Türkiye’de 2008 sonrasına Neo - Fisher yaklaşımıyla bakıldığında Kısa vadeli nominal faiz oranları Neo - Fisher yaklaşımına göre enflasyonu belirlediği düşünülse de konjokturel iktisadi gelişmeler faiz- enflasyon ilişkisini belirsizlik içine almış görünmektedir. Türkiye’de 2010 dan bu yana bakıldığında 2008 etkilerinden kurtulabilmek için piyasaya likidite sağlamaya çalışmış ve politika faizini kullanmıştır. Süreçten günümüz gelindiğinde faizi merkez bankası enflasyonu dengelemek için bir araç olarak kullanmıştır. Kurların yükseldiği dönemde girdi maliyetlerinin artmasından kaynaklı üretici fiyatı artışları ve tüketici fiyatlarına yansımasını engellemek için faiz arttırma yönüne gidip enflasyonu baskılamaya çalışsa da son dönemlerde bakıldığında Neo-Fisher yaklaşım sergileyerek faizi indirimiyle enflasyonun ineceği savını ortaya koyarak çalışmalar yapılmıştır. Faiz sebep enflasyon sonuç olarak görülmüştür. Ancak görünen o ki faiz indirimleri Türkiye gibi üretimi ithalata dayalı bir ülkede ve kısa yabancı kaynaklı sermayelerin oluşturduğu bir portföyde faizden kazanamayan, yatırımını dövize yönlendirip TL’nin değer kaybetmesiyle girdi maliyetlerinin artmasına yol açmış ve bu da enflasyonu tetiklemiştir.
Yapılan çalışmalar gösteriyor ki Türkiye’de dönemsel olarak Fisher ve Neo-Fisher etkileri gözlemlense de aslında yumurta tavuk metaforundan bir paradoksa girmiş bulunmaktayız. Faiz-enflasyonu , enflasyon- faizi besler hale gelmiştir.
OECD ülkeleri üzerinde yapılan analizlere bakıldığında faiz ve enflasyonun birbirinin nedeni olduğu gözlenmektedir. Ancak enflasyonun faizi belirlemede faizin enflasyonu belirlemesinden daha güçlü olduğu ortaya çıkmaktadır. Bundan dolayı faiz politikaları ile ilgili karar vermek için ekonomik göstergelerin dikkate alınması gerekmektedir.
Avrupa’ya baktığımızda 2016 yılından buyana negatif faize varan merkez bankası uygulamalarına rağmen enflasyonun hedef oran olan %2 ye ulaşamadığı görülmüştür. Uzun vadede Neo - Fisher yaklaşımıyla bu yolu deneyecekleri görülmektedir. Bununla birlikte son zamanlarda enerji fiyatlarının artması ve pandemide biriken taleplerin getirdiği üretim seferberliği enflasyonda artışa neden olmaktadır.
G7 grubu ve gelişmekte olan ülkeler olarak bakıldığında da çalışmalarda faiz ve enflasyon arasında çift yönlü nedensellik bulunduğu görülmektedir. Yani talep enflasyonu ile karşılaşınca fiyatlar yükseliyor ve bankalar mevduatını korumakta zorlanacakları için faiz yükselecektir. Ve finansman maliyetlerinde artış görülecektir. Maliyet artışları fiyatları bu da enflasyonu yükseltecektir. Bu çemberde faizler maliyeti ve o da yine enflasyonu tetikleyecek ve bir birinin nedeni olacaktır
D8 grubu ülkeler incelendiğinde fisher yaklaşımının geçerli olduğu gözlenmektedir. Enflasyonun faizin nedeni olduğu belirlenmiştir. Türkiye’de bu oran daha yüksek çıkmaktadır.
Sonuç :
Dünyada 2008 krizinden sonra düşük faizin enflasyonu yükseltmediği görülünce bu sorgulanmış ve faizin arttırılarak enflasyonun arttırılabileceği Neo-fisher görüşü ağırlık kazanmıştır. Türkiye’de yapılan çalışmalarda 2010-2014 ve 2019 yılları arasında Neo - fisher etkisi kısa vadede görülse de uzun vade de fisher etkileri görülmektedir.
Ancak bu analizlerle birlikte para ve maliye politikalarının koordinasyonsuzluğu, yüksek dışa bağımlılık enerji vs. politik istikrasızlık ve merkez bankasının kredibilitesinin zayıflığı faize yapılan müdahalelerin enflasyona doğru bir olumlu etkisinin olmayacağı günümüzde de görülmektedir. Makro ekonomik dengelerin öne alınarak enerji ve girdi maliyetleri fiyatlarının düşürülememesi enflasyonun faiz politikalarıyla çözülemeyeceğini de ortaya koymuştur. Bugün Avrupa’nın da enerjide dışa bağımlılığı ve Çin’e olan hammadde bağımlılığı enflasyonu hızlıca arttırmıştır.
ŞİRKETLERDE MAHALLE KÜLTÜRÜ OLUŞTURMA: KAPSAYICI LİDERLİK
Farabi mahalleyi, kâmil toplulukların en küçüğü olarak‚ bir milletin topraklarında oturan şehir halkı şeklinde tanımlar. Mekân ve insanın oluşturduğu temel iki unsur üzerine kurulan bir birlik olarak mahalle karşımıza çıkar. Mahallenin inşası insanın omuzlarında ortaya çıkar ve yükselir. İnsanın temelde olduğu mahallede kendine özgü kültür, değerler, inançlar çerçevesinde gelenekler oluşur. Bu çerçevede o mekân bir yer olmaktan çıkıp yaşam alanına dönüşür. İnsan ve mekân burada bütünleşerek şehre bağlanır.
Mahalleyi oluşturan insan unsuru tek tip ve standart bir profilde olmamasıyla olağanüstü bir zenginlik ortaya koyar. Mahalle katı bir örgütlenmeden ziyade esnek bir yapılanma olarak bu zenginlik sayesinde ortaya çıkar. Bu çeşitlilik bir üst kimlik çatısı altında “mahalleli” kavramını ortaya çıkarır. Bu kavram mahalle içinde yaşayanları tüm çeşitliliğiyle kuşatan bir ifadedir. Mahallede bulunan her tipteki insanlarıyla birlikte belli şartları ve mekânı paylaşan, birbirine karşı sorumluluğu olan ve kendi içinde ortak bir kimlik ortaya çıkaran bir kavramdır. Mahallelilik soyut bir aidiyet duygusu oluşturarak mahalleye sahip çıkma duygusu ortaya koyar. Bu duygu ortaya çıkan çeşitli sorunlar karşısında sorumluluk hissetmeyi ve sadece kendisiyle değil mahalleyle de ilgilenmeyi sağlar.
Küreselleşen dünyada kentleşmeyle birlikte hem bireyselleşme hem de site yapılarında öbekleşen yaşam tarzına yönelim, mahallelik kavramını yok ederken bütün boyutlarıyla da insan ilişkilerini bozmaya başlamıştır.
Mahallelerde fonksiyonları itibariyle, doğal karizmaları veya resmi görevlendirmeler sonucu aldıkları sorumluluklar neticesinde öne çıkan insanlar olmaktadır. Bunlar mahalleye yön veren şahsiyetlerdir. Liderlik kavramı da bu noktada devreye girer.
Global piyasa şehrinin mahalleleri olan şirketlerin mahalle sakini çalışanlarının “mahalleli” olabilmeleri sadece o şirkette kayıtlarının olmasına bağlı değil iyi bir liderlik ile mümkün olabileceği aşikardır. Mahalleli kültürüyle şehirli hayatı sürdürebilen şirketler oluşturabilme günümüz liderlik anlayışında önemli bir yeri olan kapsayıcı liderlikle olabileceği söylenebilir.
Nembhard ve Edmondson tarafından ilk gündeme getirilen liderlikteki bu kavram, bir liderin otoriter ve savunmacı bir duruş sergilemesi ya da destekleyici davranışlar sergilememesinin ekip üyelerinin fikir paylaşmalarının güvenli olmadığını düşünmelerine neden olacağını savunur. Bu anlamda çalışanların fikir ve düşüncelerini dikkate alarak karar alma süreçlerinde onları dahil etmek olarak da tanımlayabiliriz. Kapsayıcı liderler çalışanlarına açık ve net olup onları fikirlerini paylaşmaya teşvik eden bir rol üstlenirler. Bu psikolojik açıdan güvenli bir ortam ortaya koyarak aidiyet duygusunu geliştirir. Kendilerini daha değerli hisseden ekip üyeleri katkılarının değer gördüğünü hissettikçe liderlerinin bu olumlu davranışlarına karşılık vererek motive olmaya başlarlar. Bu katılımcı süreçle ortaya çıkan rekabet, iş birliği ile taçlanarak saygıyla karşılanır. İş göreni işlere tam olarak odaklanmaya yönlendirdiği gibi zaman içerisinde insanların kendinden de bir şeyler katmasını sağlar.
Kapsayıcı liderlik duygusal güven ve aidiyet oluşturmada mahallenin abisi anlamına gelir. Mahalleli olabilmeyi teşvik ederek mahalle içindeki sorunların çözümünde herkesin taşın altına elini gönüllüce koyabilmesini sağlamaktadır. Bu duygudaşlık altyapısı sağlandıktan sonra profesyonel yeteneklerin geliştirilmesi daha kolay ve hızlı olur. Siteye taşınırsınız ancak halinizi hatırınızı sormak için kapı zilinizin çalındığına şahit olursunuz!
Mahalle olabilen şehirli şirketler olabilme dileğiyle…
Dr.Eyüp TEKİN- 2.2.2024 www.eyuptekinakademi.com